20 Ağustos 2010 Cuma

Pier Paolo Pasolini- Salo'nun 120 Günü


Bugüne kadar en rahatsız edici film olarak anılan Salo'nun 120 günü, fransız-italyan ortak yapımı bir film.film italyada, nazist-faşist dönemde bir grup seçkinin bir grup kız ve erkeği bir şatoya hapsederek onlara 120 gün boyunca fiziksel,ruhsal ve cindel tacizlerini,işkencelerini anlatıyor. gerçekten de en rahatsız edici film ünvanını sonuna kadar hak ediyor :) sadizmin doruklarını yaşatan film, gerçekten mide bulandırıcı dahi olabiliyor. yönetmeni de film gösterime girmeden öldürülmüş.Fransız yazar Marquis de Sade'ı kitabından uyarlanmış.Şu an dahi bir çok ülkede yasakmış film. İzledim. kah iğrendim kah sinirden güldüm. pek tavsiye etmem, psikoloji bozabilen bir film çünkü. ama yine de karar sizin :)

25 Haziran 2010 Cuma

Luc Besson- Léon the professional


Eveet, biraz geç de olsa izledim sonunda bu filmi :))
bu esnada bikaç film daha izledim tabi, ama yazmaya gerenk duymadım.neyse,leon'a dönecek olursak..
14 yaşındaki Mathilda,o marketteyken ailesi öldürülünce leon'un evine sığınır ve onun bir tetikçi olduğunu tesadüfen öğrenir. ondan kendisine yardım etmesini ister vs vs çok anlatmak istemiyorum. çok güzeldi film. kesin, hatta kepkesin izleyin :)

25 Nisan 2010 Pazar

Zeki Demirkurbuz- Kıskanmak


Bu da festivalden izlediğim son film (provalardan gidemediğim üç filmi sayamıyorum ne yazık ki).
Film 1930lu yıllarda Zonguldak'ta geçiyor. mükerrem, kocası halit, ve halit'in kardeşi seniha oraya yeni taşınmışlardır. mükerrem ne kadar güzelse, seniha da o kadar çirkindir. Kasabanın zengin genci çapkın nüshet'le ilişki yaşamaya başlayınca mükerrem, işler karışır.
Zeki demirkurbuz'u zaten severim, bu film de güzel olmuştu baya. tebrik tebrik.

Çağan Irmak- Karanlıktakiler


Yine film festivali, yine yine :)
Karanlıktakilerin konusu biraz klasik aslında. Dışarı çıkmaktan, insanlarla konuşmaktan korkan, kendine zarar geleceği korkusuyla kendine böyle bir savunma mekanizması geliştirmiş, karanlıktan ve insanlardan korkan anneyi ve oğlunu anlatıyor bu film. sağlıksız bir anne-oğul ilişkisi yaşayan bu çiftin hayatından bir kesit anlatan filmin sonu, seyircinin yorumuna bırakılıyor. Meral Çetinkaya, Erdem Akakçe ve Derya Alabora'nın oynadığı film bence kesinlikle oyunculuktan kotarmış. Harika bir oyunculuk görmek için izlenir ama onun dışında bana çok klişe geldi. Bir de Anneyi oynayan Meral Çetinkaya'nın hikayesinin filme sıkıştırılmış olması, yani hadi neden böyle olduğunu verelim, şekilde bir bakış açısıyla filme konmuş olması hoşuma gitmedi. Ama Meral Çetinkaya'ya taptım, ben de büyüyünce öyle olcam ki :)

Xavier Dolan- J'ai tué ma mere (annemi öldürdüm)


O aşırı derecede kıskandığım Xavier Dolan, bu filmin senaryosunu yazıp yönetmekle kalmıyor, baş rolde de oynuyor. Cannes da da en çok konuşulan filmlerden biriymiş, zaten ödüllü neli. Film festivalinde izlediğim bu film, cidden çok iyiydi, hatta filme bilet bulabilen sayılı insanlardan biriyim söylemesi ayıp:)
film, lise öğrenci Hubert'i anlatıyor. Hubert annesini hiç sevmez, ondan nefret eder. Eşcinseldir. Annesinin oyunlarından, düzenbazlığından sıkılmıştır. Gayet her şeyi açık açık anlatan, muhteşem bir film.müzikleri de çok güzeldi. izlemeyen top olsun! =)))

Sam Taylor Wood- Nowhere Boy


John Lennon'un gençliğini anlatan otobiyografik nitelik taşıyan bu film, gayet hoş beatles müzikleriyle bezenmiş. Teyzesiyle yaşayan, annesiyle yeni tanışan John, kaçışı müzikte bulur ve rock'n roll yapmaya başlar. bu esnada paul mccartney ile tanışır. böyle bol müzikli, bol eğlenceli anlı, aynı zamanda bol duygusallık içinde izleyeceğiniz filmin en duygusal anında, herkes ağlarken benim gülmem de hoş olmadı. ya şöyle ki, güçlü bir efekt ile insanlar ellerini ağzına kapatıp 'ayy!' diye bir tepki verirse gülünüyor. kafaların bana çevrildiğini de hissetmedim değil. ama sonra ben de herkes gibi duygusal anlar yaşadım. çok beğendim filmi. şarkılara eşlik edip dans etmemek için o kadar zor tuttum ki! kesinlikle izlenesi.

Jaco Von Dormael- Mr Nobody (Bay Hiçkimse)


efendiim, film festivalinden bir filmle karşınızdayım.
filmin konusu 120 yaşında son ölümlü olan Bay Hiçkimse, sahip olabileceği 3 ayrı hayatı anlatıyor filmde. Üç farklı kadınla geçirebileceği muhtemel hayatı anlatırken, hangisinin gerçek olduğunu anlayamıyoruz biz de. Zaten hiçbir şşey gerçek değildir, gibi bir cümle üzerine kurulu bir film.
film yaklaşık 2buçuk saat sürüyor. biraz fazla uzatmışlar ama gayet güzel olmuş. eh bir de jared leto oynuyor bay hiçkimseyi :) izlenir, ben beğendim. saygılar sevgiler evet.

6 Nisan 2010 Salı

Cameron Crove- Almost Famous


Gencimiz,15 yaşında, gayet sıradan ve asosyal bir çocuktur. Rock müziği ile ilgili yazıları Rolling Stones dergisinde fark edilir ve bu dergide yazmaya başlar. İlk görevi yükselen adını hatırlayamadığım rock grubuyla röpörtaj yapmaktır. Annesiyle kavga dövüş, onlarla beraber turneye çıkar gencimiz, ve bu turnede seks, uyuşturucu, alkol gibi şeylerle tanışır ve hayatı değişmeye başlar. Giderek grupla daha samimi olduğu için de röpörtajda objektif olamamaya başlar. falan, çok anlattım ya :)
Eğlenceli olmuş.İzlenir.

Goran Dukic- Wristcutters: A Love Story


Filmde intihar eden esas oğlan, kendi ölümünden sonra dayanamayan sevgilisinin de öldüğünü öğrenir ve bu ölüler diyarında onu aramak için yola koyulur. Bu esnada yeni arkadaşlar edinir, ilginç olaylar başına gelir.
Çok fazla anlatmak istemiyorum, baya güzel bir film olmuş. Gerçekten izlerken zevk alacağınız, bir an bile sıkılmayacağınız ödülleri olan hoş bir film. haydi izleyin! :)

Kim Ki Duk- Boş Ev


Bir Kim Ki Duk hayranı olaraktan, bu film cidden çok güzel. Yani gerçekten. Halan izlemediniz mi?!
Filmde, genç bir adam, tatile giden ailelerin evinde yaşamaktadır. Bunun karşılığında da evdeki bozuk şeyleri onarır, çamaşırları yıkar vs... Bir gün boş olduğunu düşündüğü bir eve girer ve bir kadınla karşılaşır. Kadına aşık olur; kadın da ona karşılıksız kalamaz, çünkü zaten kocası tarafından şiddet gören bir kadındır. Aralarında hiç diyalog geçmez. Sessizliğin çok şey anlattığı bu romantik film, gerçekten çok güzel olmuş. İzlenesi. Hem de ne izlenesi.

Oliver Stone- The Doors


Gelmiş geçmiş en iyi biyografik filmlerinden biri sayılan bu film, Jim Morrison'un hayatını anlatıyor. Jim Morrison'u oynayan Val Kilmer, yanlış bilmiyorsam eğer, şarkıları da kendi söylüyor. Yanlış biliyorsam tabi affedin :)
Rock 'felsefesini' gerçekten baya güzel anlatmış Oliver Stone.
Zaten ben bu filmi izledikten sonra bi triplere girdim :) Baya etkileyiciydi :)
İzleyin, tavsiye ederim, gerçekten güzel bir film olmuştu bence. Fazla söze gerek yok, zaten biyografik yani.

Gus Van Sant- Last Days


Kurt Cobain'in hayatının son iki saatinii anlatan bu film, çok yavaş ilerleyen, hatta biraz da sıkan bir film. Pek diyalog yok zaten; diyalogun az oyunculuğun ön planda tutulduğu filmleri de severim aslında ama bu pek de güzel olmamıştı açıkcası. Ha ama böyle bir film var, izlemek isterseniz de kolay gelsin :)) ben beğenmedim filmi genel olarak.

Adam Shankman- A Walk To Remember


Böyle sıkıntıdan oturup dururken, içimden romantik bir film izlemek geldi geçenlerde. Aslında istediğim romantik-komediydi ama bir arkadaşımın bu filmin ismini telaffuz ettiğini hatırladım ve izlemeye başladım.
Filmde esas oğlanımız, lisedeki o 'popüler' grubun başı gibi bi şeydir. Sigara, dersleri kırmak vs vs bütün her şeyi vardır. Bir gün onun gurubuna dahil olmak isteyen çocuğun köprüden dereye atlaması gerektiği gibi saçma bir sınava tabi tutarlarken, çocuk sakatlanır. Esas oğlanın tüm arkadaşları kaçmıştır, fakat o bir şekilde polise yakalanır. Bunun üstüne okuldan milyon ceza alır. Lisenin tiyatro oyununda oynamak, haftasonları engellilere ders vermek gibi. Böyle şeyler olurken esas oğlanımız okulda sürekli dalga geçtikleri, 'inek' diye tabir edilen bir kıza aşık olur. Bu sefer yavaş yavaş hayatında bir şeyler değişmeye başlamıştır.
Klasik bir romantik film. Sonu pek hoşuma gitmedi. Gereksiz bir şekilde sonrasında ne olduğunu esas oğlanın ağzından duyuyoruz.
Yine de can sıkıntısı tavan yaptığında izlenebilir diye düşünüyorum :)

5 Nisan 2010 Pazartesi

Tim Burton- Corpse Bride


Ölü Gelin, şirin mi şirin bir animasyon.
Filmde esas oğlan hiç tanımadğı bir kadınla evlendirilecektir. Evlilik yeminini ormanda ezberlemeye çalışırken, yüzüğü topraktan çıkmış bir ele takar ve olanlar olur. Ölü bir gelinle evlidir fakat evlendirileceği kadına da aşıktır.
Animasyon seviyorsanız, bir de Tim Burton'unsa izlenesi bence.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Jacob Tierney- The Trotsky


Film festivali başladı bildiğiniz üzere, bugün de ilk günü. ilk günün sabahının 11inin seansında gittiğim ilk film Troçki oluyor. Film 2 saat sürüyor. 2saat her bir dakikası birbirinden güzel geçiyor.
Liseli Leon Bronstein (umarım yanlış değildir soyadı:) kendini bolşevik devrimci Troçki'nin reenkarnasyonu olduğuna inanıyor.Babasının fabrikasında sendikalılaşmak için grev başlatmasının üstüne, babası onu özel okuldan alıp devlet okuluna gönderiyor. bu sefer de öğrenci sendikası kurmaya çalışıyor Leon.
gerçekten çok eğlenceli bir film olmuş. çok güzel espriler var, çok gülecek ve eğleniceksiniz. kesinlikle gidilir ki!

2 Nisan 2010 Cuma

Alice In Wonderland


1 saat 15 dakikalık, şirin mi şirin bir çizgi film Alice in wonderland. İngiliz aksanı olduğu için anlayamadığım kısımlar aslında baya vardı, ne yazık ki. gel gör ki altyazı da bulamadım. ama dörtte üçü anlaşılıyor filmin :))
zaten çok severim ben alice harikalar diyarında'yı.
alice in wonderland, üzerine göndermeler yapılmış şarkılara, erotik film versiyonuna, animasyonlarına, daha bir çok şeye yol açmış bir cizgi film.
kesinlikle yaşam kavramını altüst etmiş, yaratıcılık abidesi :) ayaktan başa gösteren aynalar, konuşan çiçekler, hayvanlar...
daha milyonlarca normalin yıkımı söz konusu. çok da başarılı bir yıkım bu.
özellikle Alice'in kuyudan düştüğü sahne. Alice sonuçta şizofren bir kız. Ve bu şizofreni aslında iyi bir şey de olabilir, filme bakaraktan.
bir de, Alice ne kullandı sorularına yol açmadı değil bu film :)
ya da lewis carrol bu kitabı yazarken ne kullandı?
Tori Amos, Cornflake girl'de 'rabbit, where did you put the keys girl?' diyerek; hayatımı en çok etkileyen 3 şarkıdan biri niteliğindeki Jefferson Airplane'in White Rabbit şarkıları da bu filme gider. Hatta White Rabbit şarkısı, Alice kadar şizofrendir en az :) Sözlerine bakın, şarkıyı da dinleyin. Filmi de izleyin. Hatta 3D'si çıktı bir de Alice In Wonderland'in. onu da izleyelim bi gün hep beraber :)

Fatih Akın- Im Juli


Evet, çok ayıp, yeni izledim daha filmi biliyorum. hani fena da değildi :)

Film, Fatih Akın'ın kendini de şööyle bir gösterdiği, yine Sezen Aksu şarkılı, almanya ve türkiyeyi birleştiren bir film.
Daniel öğrencileri tarafından pek de umursanmayan stajyer bir öğretmendir. Birgün Juli ile tanışır ve güneş simgesi olan birine aşık olacağına inandırır onu juli.bunun üzerine melekle tanışan daniel, ona aşık olur ve onun için türkiye'ye doğru yola koyulur.Juli de tesadüfi bir şekilde onunla bu yolculuğa çıkar ve başlarına gelmeyen kalmaz.
Biraz klasik bir film olmuş aslında. Ama ben severim Fatih Akın'ı, bu filmi de hoşuma gitti. Filmdeki tesadüfler biraz abartı olmuş gibi geldi bana. ama izlerken ne sıkıldım ne mola veresim geldi. şirin bir film olmuş.hani, çok canınız sıkıldığında, sanat filmi izlemek istemediğinizde, sizi yormayacak ve eğlendirecek bir film izlemek istediğinizde gayet yerinde bir tercih olur.

Cemal Şan- Zeynep'in 8 Günü


Cemal Şan senaristliğini ve yönetmenliğini yapmış bu filmin. Film, Zeynep'in 8 gününü anlatıyor kısaca :)
Zeynep, kendini diğer insanlardan tamamen dışlamış, ev-iş arasında mekik dokuyan, aşırı titiz,kimsesiz, genç bir kadın. Bir gün bir arkadasının doğumgünü partisine gider ve orda Ali'yle tanışır. Tüm hayatı birdenbire değişmiştir Zeynep'in. Alt üst olmuştur. Aşık olmuştur Zeynep.
Zeynep'in filmin bitimine yaklaşık yarım saat kala bir tiradı var. Ordaki oyunculuğa hayran kaldığımı söyleyebilirim, güzel bir tirat olmuş, burdan tebrikler :)
Bir de film hakkında söylemek gereken bir diğer şeyde diyalogların minumum, oyunculuğun (özellikle Zeynep karakterini canlandıran Fadik Sevin Atasoy'un) ön planda tutulması. Bu noktada birraz Tabutta Rövaşata'ya benzettim ama Tabutta Rövaşata en sevdiğim türk filmidir, o nedenle kıyaslamıcam :)
İzleyin derim. Film 2 saat sürüyor, durağan olmasına rağmen izlenmesi rahat, güzel bir film olmuş.

28 Mart 2010 Pazar

Claude Berri- Germinal


Emile Zola'nın Germinal isimli romanından uyarlanmış olan bu filmde Gerrard Depardieu oynuyor.
Öncelikle filmin isminin nerden geldiğine bakalım. Germinal fransız devrimi takviminin(1795) 7. ayı.21 Mart-18 nisan zamanına denk geliyor, germinal ayı. Yani doğanın kendini yenilediği zamana; tarlaların ürün verdiği, doğanın canlandığı, yeşillendiği zamana.Ayrıca, Germinal, 'Germer' fiilinden gelen bir kelime. Germer, filizlenmek demek. 'La Germination' ise, filizlenme dönemi demek. Emile Zola tarımla ilgili terimleri (terim demek yanlış değildir umarım) kullanarak, metafor yapıyor bize. Bunu daha iyi anlamak için, kitabın konusuna göz atalım o zaman.
Etienne isimli bir karakter Montsou madenlerinde çalışmaya başlıyor ve işçilerin yaşam koşullarının ne kadar da kötü olduğunu, karınlarının hiçbir zaman doymadığını görüyor. Ordaki maden işçilerine eşitlik ve adalet düşüncelerini yayarak, yani bir düşüncenin 'filizlenmesine' yol açarak, 2aylık bir greve başlıyorlar.Bu grev ise mart ve nisan aylarında oluyor.
Kitaptan, yani filmden çok bahsetmek istemiyorum. Ama kitabın isminin nerden geldiği konusunda iyi bir fikir vermiştir, umarım.
Germinal ismi, 1800lü yılların 2. yarısında, işçilerin grev veya protestolarında attığı slogan haline dönüşüyor.
Oyunculuklar güzel, konusu da gerçekten güzel. Natüralist olan Emile Zola'nın bu eseri önce okunmalı, sonra filmi izlenmeli. Naturalizm hakkında bilgi edinilerek okunursa ve izlenirse daha yararlı olacaktır :)

Mustafa Altıoklar- Ağır Roman


Bi kere kesinlikle en iyi türk filmlerinden biri kendisi. Çok etkileyici sahneleri var ve senaryo olarak da çok başarılı bulduğum bir film. Kesinlikle izlenmeli. Her izlediğim de o kadar etkileniyorum ki... Müzikleri, oyuncuları, senaryosu, o çok etkileyici sahneleri, bir karakterin inanılmaz değişimini ve o sokak kültürünü çok iyi yansıtması... Her şeyiyle harika bir film! Anlatmak için kelime yetmez. Hemen oturup izleyin. Film bittikten bir kaç gün sonra tekrar izleyin. ve sonra tekrar, ve sonra tekrar...

28 Şubat 2010 Pazar

Luis Bunuel- L'age D'or


sürrealist bir film olan l'age d'or, 1930 fransız yapımı bir film. tamamen siyah beyaz, tamamen dönemin o kötü ama şirin çekimi, tamam sürreal.
şimdi size ne olay örgüsü anlatabilirim, ne bi şey ben bu filmle ilgili. ama beğendiğimi söyleyebilirim kolaylıkla.
filmde çok ilginç sahneler var. mesela bunlardan biri, heykelin ayak parmaklarını kadının yalaması. bir diğeriyse bir burjuvaların salonundan at arabasının geçmesi ve bunu kimsenin fark etmemesi.eksi sözlükten aldığım hoş bir yazı o zaman size filmle alakalı olaraktan.


sinemada sürrealizm'in babası olan luis buñuel, 1928'de salvadır dali'yle birlikte gerçekleştirdiği, sinemanın öncü filmlerinden biri olan "un chien andalou" bir endülüs köpeği sinemada bir devrim olarak adlandırılmıştı. bunuel, bu filmden iki yıl sonra gerçeküstücülüğün tüm özelliklerine yer vermiş olduğu l'âge d'or'ı çekti. film, 1930'da paris'te "stüdyo 28" adlı sinema salonunda ilk gösterimi yapıldığında, sağcı örgütlerin saldırısına uğradı. perdeye atılan bir bomba gösterimi yarıda kesti. bu olay sonucunda filmin fransa'da gösterimi hükümetçe yasaklandı. fransa'dan sonra tüm ülkelerde de bu yasak uygulandı ve bu yasak tüm dünyada elli yıl sürdü. bunuel bu filmde, toplum düzeninin hemen hemen her yönünü; gelenekleri, dini, kiliseyi, uygarlığı, kısaca burjuvazinin kutsal saydığı tüm öğeleri yerle bir etmişti. akreplerin yaşamıyla burjuvaziyi özdeşleştirerek anlattığı bir girişten sonra altın çağ'da burjuvazi üstüne derinlemesine bir eleştriye dönük görüntüler dizisi sıralanır. burjuvazinin kendisinden önceki sınıfları yok ederek toplumda hegomanyasını kurduğu vurgulanırken, din ve burjuvazinin kuralları gibi toplumun yaygın değerleri nedeniyle iki sevgilinin biraraya gelememesinin öyküsü anlatılır. çürümüş ve tutucu bir toplumun karşı olduğu güç altın çağ'da aşk'tır. bunuel kurulu düzenin nasıl işlediğini uzlaşmasız bir bakışla izler. filmin başında burjuvazinin aptallığını ve gösterişçiliğini, tören için girinmiş bir takım "önemli" adamların ıssız deniz kıyısında belediye sarayına gidermiş gibi büyük bir ciddiyetle yürümelerini karşıtlıkla anlatır. toplumun baskısı, iki sevgilinin sevişmek isterken polislerin engel olup erkeği yaka paça götürmesiyle gösterilir. l'âge d'or'da gerçeküstü görüntüler gerçekçi bir yapıya eklenir. filmin baş kadın kahramanı yatağın üstünde birden bir inek bulur. kadın yatakta ineği bulduğunda, gördüğümüz dünyanın gerçekliklerinden kuşkulanmaya başlarız. bir başka düzeyse ise inek, kadının anne olma isteğini simgeler. bunuel bu görüntüleri hem izleyicideki gerçeklik duygusunu sarsmak hem de birbirine bağlı simgeler dizisi meydana getirmek için kullanır. burjuvazinin yozlaşması ise filmdeki davet bölümünde, köşkteki konukların anlamsız ve ebleh yüzleri, sonu gelmeyen geyik muhabbetleri ve kibarlık gösterileriyle belirtilir. ya da burjuvazinin kendi değerlerini yüceltmek eski değerleri nasıl yıktığı, yeni değerler olarak kendini ifade etmesine karşın aslında ne kadar kuralcı olduğunu gösterir. kendi içindeki olaylara tepki gösterip, dışındakilere ne kadar kayıtsız kaldığı kusursuzca anlatılır. davette mutfakta çıkan yangında tutuşan hizmetçiyle kimse ilgilenmez, salonun ortasından bir at arabası geçer, kimse dönüp bakmaz. tüm bu olanlar onların dünyasının dışındadır. oysa kendilerinden biri oğlunu tabancayla vurduğunda paniklerler, adam vurma nedenini açıklar: "sigaramı aldı, hak etti" der. diğerleri onu onaylarlar. burjuvazi kendi dokunulmazlığını böylece sağlanış olur.

(thelepermessiah, 28.08.2009 12:33 ~ 12:36)

Woody Allen- Zelig


Leonard Zelig karakterini Woody Allen'ın canlandırdığı bu film, yanında bulunduğu insanlara dönüşen bir adamın hikayesini anlatıyor. yani bir kızılderilinin yanında bir kızılderili, bir zencinin yanında bir zenci, bir doktorun yanındaysa bir doktora dönüşen, öyle davranan,öyle görünen,onlar gibi düşünen bir adama dönüşüyor. Karaktersizlikten bir karakter yaratmış olan Zelig'in tedavisi ise, bir hayli zor oluyor. Bu süreç içinde neler yaşadğı, halkın kahramanıyken nası düşmanı olduğu, Zelig'in hayatını anlatan bu filmde dış sesler çok fazla ve izlerken gerçekten keyif alıyorsun.
kendine, karşısındaki insana dönüşerek bir savunma mekanizması oluşturan zelig, bu yolla sadece mutlu olabileceğine ve insanların onu kabul edeceğine inanıyor; çünkü aksi taktirde herkse onu dışlıyor.bu savunma mekanizmasıysa zamanla otomatikleşiyor, ve istemdışı karşısındaki insana dönüşmeye başlıyor Zelig.
bi yandan da düşündürüyor film, çünkü bu karaktersizkarakterle çok güzel ders çıkarıyoruz aslında. klişe olan 'başkası olma, kendin ol'u çok şirin, eğlenceli ve komik bir şekilde anlatıyor bize sevgili woody beyciğim.

Achero Mañas- Noviembre


İspanyol yapımı olan bu film, Alfredo Baeza isimli bir genci anlatıyor. Konservatuarın tiyatro bölümünü kazanan Alfredo, ordaki eğitimi beğenmeyerek okulu bırakır ve konservatuardan arkadaslarıyla Kasım (noviembre) isimli bir gurup oluşturur ve sokak tiyatrosu yapmaya başlarlar.kendilerinin kostümünü ve makyajını yaptıkları oyunları halka hiçbir para karşılığı almadan sergilerler.'belgesel tiyatro' kavramı işte böyle oluşur. Gurup oluşurken 'kesinlikle maddi bir kazanç sağlamayacakları konusunda anlaşan gurup üyelerinin bir kısmının fikri, paralı bir iş teklifi geldiğinde değişmeye başlar ve gurup içinde anlaşmazlıklar ortaya çıkar.
Belgesel niteliğinde yapılmış bu film.Filmdeki olayları, gurup içindeki insanların anlatımıyla izliyoruz. Beklenmedik,çarpıcı bir sonla da hep beraber dumur oluyoruz.
Tiyatro tutkunu birisi olarak, bu filmi izledikten sonra iyce tiyatroya tapmaya başladım. özellikle Alfredo Baeza'nın son tiradı...
son beş yıldır beni ağlatabilen tek film olmuştur. kesinlikle izlenesi,şiddetle önerilesi.

David Lynch- Rabbits


Rabbits şirin mi şirin bi film kesinlikle. 42 dakika sürüyor. Öncelikle biraz konu olarak özet geçecek olursak ; bir odada üç tane tavşan ve onların diyalogları. bir plot(olay örgüsü) yok. Zaman, hatta yer konusunda hiçbir fikre varamıyoruz (Suzie'nin arada bir saati söylemesi dışında). Diyaloglar her ne kadar birbirinden alakasız görünse de, bence sadece -en azından büyük çoğunluğunun- sıralaması karışmış. daha dikkatli izlemek ve incelemek gerekir. ağır bir temposu var ; yani film 42 dakika ama ben açıkçası bir saatte izledim, arada bir durdurup bi şeylerle uğraşmaktan ötürü. ama kesinlikle izlenmesi gereken bir film.
Filmde David Lynch, sitcom dizileriyle ne de güzel dalga geçiyor! odaya biri geldiğinde o sitcomlardaki alkış sesleri, olur olmadık yerlerde gülme efektleri...
aynı zamanda, tekrarlanan sahnelerin de olması bana biraz absürt tiyatroyu hatırlattı. Diyalogların boşlukta asılı kalması, iletişimsizlik, yabancılaştırma ( kişiliksizleştirme ; çünkü tavşan onlar), tekrarlanan diyaloglar, bende tamamen bir 'absürd oyun izliyorum'izlenimini yarattı.
Vurgunun bile olmadığı bu film, bence cidden alt metni gayet sağlam olan bir film, tekrar tekrar izleyip, iyce incelemek lazım.
yavaş ve durağan olduğu için sıkılabilirsiniz izlerken ama şiddetle öneriyorum.

melaba!

Selam!! Böyle günlerdir birbirinden ilginç ve birbirinden güzel filmler izleyip duruyorum. Biraz önce de yine böyle bi şey izleyince 'Neden paylaşmıyorum ki?' dedim. Umarım zatlarınız beğenirler.